Evliyânın büyüklerinden. İsmi, Mevlânâ Muhammed bin Ali olup, Tebrîzlidir. “Şemseddîn : dinin güneşi” lakabıyla meşhûrdur.           

           Mevlana Celaleddin-i Rumi’yi hakikâtin sırlarına ulaştıran bir zattır. Büyük bir arif olduğu bilinen Melikdad oğlu Ali adlı bir kişinin oğlu olan Muhammed Şemseddin (Şems-i Tebrizi), Tebriz’de dünyaya gelmiştir. Doğum tarihi ile ilgili birçok rivayet olmasına rağmen Şems-i Tebrizi’nin Mevlana Celaleddin-i Rumi ile buluşmasında (1245) altmış yaşında olduğundan yola çıkarak Şems-i Tebrizi’nin 1186 yılında doğmuş olduğu kabul edilmektedir. Çocukluk ve gençlik yıllarında hem ailesi içinde hem de çevresinde farklılığını belirgin bir şekilde ortaya koymuştur.

                     Daha küçük yaşlarda, mânevî ilimleri tahsilde dikkat çeken Şems-i Tebrizi, din ilimleri tahsilinden sonra, genç yaşlarında “Tebrizli Ebubekir Sellaf'a” mürid olmuş, ününü duyduğu bütün meşhur şeyhlerden feyz almaya çalışmış ve bu sebeple bir çok yer dolaşmıştır. Bu gezginliğinden dolayı kendisine “Şemseddin Perende” (uçan Şemseddin) denilmiş, bunun yanında Tebriz'de hakikat arifleri ona “Kâmil-i Tebrizî” adını vermişlerdir.

Şems-i Tebrizi’nin daha çocuk denecek yaşlarda babası ile arasında geçen konuşma şöyle rivayet edilmektedir;

                   “Henüz ergenlik çağına girmemiştim. Aşk deryasına daldım mı otuz kırk gün hiçbir şey yiyemezdim; istekten kesilirdim. Günlerce açlığa susuzluğa katlanırdım. Bir gün babam bana çıkıştı:’ Oğlum’, dedi ‘ben senin bu halinden bir şey anlamıyorum. Bunun sonu nereye varacak? ‘Ben ona şu cevabı verdim:

 

                  ‘Baba, seninle benim babalık ve evlatlık ilişkimiz neye benzer bilir misin? Bir tavuğun altına tavuk yumurtalarıyla bir de kaz yumurtası koymuşlar. Vakti gelip de civcivler çıktığı zaman, bunlar hep birlikte analarının ardına düşerler, bir göl kenarına gelirler. Kaz yumurtasından çıkan civciv hemen kendini suya atar, bunu gören ana tavuk, eyvah yavrum boğulacak der. Çırpınmaya başlar. Halbuki kaz yavrusu, neşe içinde suda yüzmektedir. İşte, seninle benim aramdaki fark da böyledir.” 

                   Şem-i Tebrizi, üstün vasıflarla bezenmiş bir zattır. Mevlana Celaleddin-i Rumi gibi zahir ve batın ilimlerinde yüksek derecelere ermiş, müderrislik, müftülük yapmış seçkin bir insanı aşk ateşiyle pişirip ona mânâ aleminin pencerelerini açan birisi olma özelliği taşımaktadır. 

                   Her sözü, sohbeti ve bakışı ile insanları alt üst eden, dar, sınırlı bir ahlaktan Allah’ın ahlakı anlayışına çeken Şems-i Tebrizi, kendisi için şunları söylüyor:

                  “Ben bir tarafta, dünyanın insanla şenelmiş dörtte bir kısmının halkı da bir tarafta olsa, beni sorguya çekse onlara cevap vermekten kaçınmam ve daldan sıçramam. Ne kadar zor şey sorsalar cevap üstüne cevap veririm. Benim bir sözüm, onlardan her birisi için on cevap ve hüccet olur.” 

                   Bir gün Baba’sının kendisine “Şeyh Fahreddin Iraki’ye” açılan sırlardan ve hakikatlerden yana bir keşif gelip gelmediğini, sorması üzerine Şems-i Tebrizi: 

                  “Ondan daha çok müşahade gelir! Ancak onun bildiği bazı ıstılahlar vardır, onun için gördüğünü en sevimli şekilde sunar. Bana gelince, bende öyle güç yoktur.” diye cevap verir.

                  Şems-i Tebrizi’nin babası da “Allah’ü Teala, sana günlük bir arkadaş versin ki, evvellerin ahirlerin bilgilerini hakikatlerini senin adına izhar etsin. Hikmet ırmakları onun kalbinden diline aksın, harf ve ses kıyafetine girsin, o kıyafetin rütbesi de senin adına olsun” der.

Şems-i Tebrizi hazretlerinin bir gün yolu Bağdat şehrine düşer. Orada meşhur sofilerden “Şeyh Evhadüddin Kirmani’yi” bulup neyle meşgul olduğunu sorar.

“Ayı leğendeki suda görüyorum” diye cevap verir Şeyh Evhadüddin Kirmani.

Şems-i Tebrizi Hazretleri bu cevap üzerine:

                 “Boynunda çıban yoksa neden başını kaldırıp da onu gökte görmüyorsun? Kendini tedavi ettirmek için bir doktor bulmaya bak. Böylece, neye bakarsan gerçekten bakılmaya değer olanı onda görürsün” der.

                Şeyh Evhadüddin Kirmani Hazretleri Şems-i Tebrizi’nin ellerine sarılıp müridi olmak istediğini söyler. Şems-i Tebrizi’nin cevabı kesindir: “Sen benim arkadaşlığıma dayanamazsın!”

                Ama, Şeyh Evhadüddin Kirmani ısrarlıdır. Nihayet, Şems-i Tebrizi, Bağdat pazarının tam ortasında birlikte şarap içmek şartıyla kabul edeceğini söyler. Şeyh Evhadüddin Kirmani “bunu yapamam” deyince, 

               “O zaman benim için şarap bulup getirir misin?” sorusunu yöneltir. Onu da yapamayacağını bildiren Şeyh Evhadüddin Kirmani’ye” ben içerken bana arkadaşlık eder misin? “diye sorar. “Edemem” yanıtı üzerine artık Şems-i Tebrizi Hazretleri, “Erlerin huzurundan ırak ol! diye bağırır. “Bana arkadaş olamazsın. Bütün müridlerini ve dünyanın bütün namus ve şerefini bir kadeh şaraba satmalısın. Bu aşk meydanı erlerin ve bilenlerin işidir. Ve şunu da iyi bil ki ben mürid değil, şeyh arıyorum.

Hem de rastgele bir şeyh değil, hakikati arayan olgun bir şeyh!”

Şeyh Evhadüddin Kirmani, teslimiyet ve kabiliyet imtihanını bu nedenle geçememiş, Şems-i Tebrizi’nin asıl maksadını idrak edememiştir. 

               Şems-i Tebrizi, arayışları sırasında bir rüya görür. Rüyasında kendisine bir velinin arkadaş edileceği bildirilir. Üst üste iki gece aynı rüyayı görür ve o velinin Rum ülkesinde (Anadolu’da) olduğu haberi verilir.

               Onu aramak için yollara düşmek ister, fakat daha zamanının gelmediği, “işlerin vakitlerine tabi ve rehinli olduğu bildirilir.”

               Şems-i Tebrizi ilahi tecellilerle mest olduğu, tam mânâsıyla istiğraka daldığı, müşahedenin güzelliğine beşer kuvvetiyle tahammül gösteremediği zamanlarda “gizli velilerinden birini bana göster” diyerek  niyaz eder ve sabırsızlanır. Üzerindeki o yoğun halleri dağıtmak için başka işlerle oyalanmaya çalışır. Para almadan inşaat işlerinde bile çalışır.

Nihayet bir gün;

“Madem ki ısrar ve arzu ediyorsun O halde şükrane olarak ne vereceksin?” diye bir ilham gelir.

O da “başımı!..” cevabını verir.

Bu cevaba karşılık olarak,

             Bütün kâinatta Mevlâna Celaleddin-i Rumi Hazretlerinden başka, senin şerefli arkadaşın yoktur.” haberi gelir.

Artık Rum ülkesine gitmek, o sevgili ile görüşmek ve yolunda başını feda etmek üzere yola çıkacaktır. 

            Uzun bir yolculuğun ardından Şemseddin Muhammed (Şems-i Tebrizi), 1244 yılının Ekim ayında Konya’ya gelir. Kaldığı han odasının anahtarını boynuna dönemin tüccarları gibi asıp çarşıda dolaşmaya başlar, aşk ve ilmin tüccarı olduğunu işaret etmek amacıyla.

            İkindiye doğru, ana caddede, katıra binmiş, talebeleri etrafında dört dönen bir müderris görünür. Şems-i Tebrizi aradığı dostun o olduğunu anlar. Önüne geçerek katırın dizginlerini tutar ve keskin bakışlarıyla:

“Sen Belhli Baha Veled’in oğlu Mevlana Celaleddin misin?” diye sorar.

Mevlana Celaleddin-i Rumi “evet” diye cevap verir. Şems-i Tebrizi:

“Ey Müslümanların imamı! Bir müşkülüm var. Hz. Muhammed (S.A.V) mi büyük, Bayezid-i Bistami hazretleri mi?

Sorunun heybetinden kendinden geçen Mevlana Celaleddin-i Rumi, kendini toplayınca;

“Bu nasıl sual böyle? Tabi ki, Allah’ın elçisi Hz. Muhammed (S.A.V) bütün yaratılanların en büyüğüdür.”

Bunun üzerine Şems-i Tebrizi:

                 “O halde neden Peygamber bu kadar büyüklüğü ile “Ya Rabbi seni tenzih ederim, biz seni layık olduğun vechile bilemedik” buyururken,

Bayezid, “Ben kendimi tenzih ederim! Benim şanım çok yücedir. Zira cesedimin her zerresinde Allah’tan başka varlık yok!..” demekte?

Mevlana Celaleddin-i Rumi:

           “Hz. Muhammed (S.A.V), müthiş bir manevi susuzluk hastalığına tutulmuştu, ‘biz senin göğsünü açmadık mı?’ şerhiyle kalbi genişledi. Bunun için de susuzluktan dem vurdu. O Her gün sayısız makamlar geçiyor, her makamı geçtikçe evvelki bilgi ve makamına istiğfar ediyor, daha çok yakınlık istiyordu.


            Bayezid-i Bistami ise, bir yudum suyla susuzluğu dindi ve suya kandığından dem vurdu. Vardığı ilk makamın sarhoşluğuna kapılarak kendinden geçti ve o makamda kalarak bu sözü söyledi.” 

           Şemsi Tebrizi, bu cevap karşısında “Allah” diyerek yere yuvarlanır.
Mevlana Celaleddin-i Rumi, hemen atından inip yanındaki adamların da yardımıyla onu yerden kaldırıp medresesine götürür. 

            Artık bu medresede iki âşık, hiç dışarı çıkmadan, yanlarına kimsenin girmesine izin verilmeden aylarca sürecek sohbetlere dalacaktır. Mevlana Celaleddin-i Rumi bunca zaman kitapların, sayfaların arasında aradığı ve “Şeyhi Seyyid Burhaneddin’in” yıllar öncesinden müjdelediği gönül dostuna kavuşmuş, o andan itibaren de bütün yaşamı değişmiştir. 

           Şems-i Tebrizi, önce onu çok değer verdiği zatların, hatta babasının bile eserlerini okumaktan men eder, değer verdiği bütün kitaplarını birer birer havuza atar. Daha sonra hiç kimseyle konuşmasına izin vermez.

Eserleri 

         Farsça ve Arapça karışık Makalat-ı Şems-i Tebrizi veya Hırka-i Şems adıyla el yazması halinde bir eseri bulunmaktadır. Bu eser 1974 yılında M. Nuri GENÇOSMAN tarafından Türkçe'ye çevrilerek "Şems-i Tebrizi Konuşmalar Makalat I ve II" olarak yayınlanmıştır.