Bir sema’zen kıyafetinin parçaları, bir düşman gibi kapkara olan nefsi temsil eden; bundan dolayı insanın bütün bedenini kaplar büyüklükte olan ve sema’a başlarken çıkarılan (arınılan) hırkadır. Sema’zen sema’a ilk önce bunu çıkararak başlar. Bu hırka aynı zamanda yeniden doğuşu simgelenmektedir.

            Sema’zen kıyafetlerinden baştaki sarık, külah (sikke) ölünce başucuna dikilen mezar taşını simgeler. Sema’zenin diğer kıyafetleri içine giydiği gömlek, onun üstüne giyilen uzun kollu yelek (destegül); bele bağlanan kemer (Elif-i nemed; Elfi nemed); dar paçalı pantolon; son yüzyıllarda kullanılmaya başlanan ve dönüşü (çark) kolaylaştıran tabanı köselesiz yumuşak deriden yapılmış mes ve sema’ ederken daire şeklinde açılmasıyla gözlerden gönle mesajlar ileten tennuredir. Bu da “ölmeden önce öldüm ve sana geldim “Ey Rabbim” mesajını içerir ve aynı zamanda beyaz olması sebebiyle de kefeni temsil eder.

            Bunların hepsi size ölümü anlatabilir. Ancak Sema’ ölümü değil yaşamı, tekrar doğmayı anlatır. Sûretler aleminden , hâkikat alemine geçmeyi anlatır.

       Sema’zen kıyafetinin içerdiği bu anlamlar yanında sema’a başlamadan sema’zenin kollarının iki omzuna değecek şekilde çapraz durması “Niyaz”, Arap harfleriyle yazılımda 'Allah' kelimesinin 'Elif'ini; sema’a başladıktan sonra kollarını iki yana açması yine Arapça 'la' yani 'La ilahe illallah'ı (Allah'tan başka ilah yoktur); sağdan sola, yani 'gönle' doğru dönmesi, kainatı bütün kalbiyle kucaklaması; yukarı dönük olan sağ avucu ile Hak'tan aldığını, avuca yere dönük olan sol eli ile halka dağıtması anlamlarını da barındırır.

 

    Otantik ve orijinal bir Mevlevî kıyafeti 4 ana kısımdan oluşmaktadır;

 

1) Baş kısmında : Arakiyye, Sikke, Destar, İstiva

2) Beden kısmında : Tennure, Elfe-nemed, Destegül, Hırka

3) Bel kısmında : Şalvar

4) Ayaklarda : Çorap, ayakkabı, Mesh

 

Sikke

      Sikke kelime anlamı olarak, “damga”, “alâmet”, “kaide”, “namus” ve “kanun” anlamlarına gelmektedir.

       Mevlevîlerin başa giydikleri “alâlet-i farikalar” olan başlıklardır. Dövme yünden yapılır. Kahve ve bal rengindedir. Beyaz olanları da vardır. Mevlevîlik gibi gerçekten her bakımdan onur verici tarikata mensup ve müntesip olmanın verdiği kıvançtan dolayı Sikke"ye, “Fakir”de denilmiştir.

       Mânevi kıymetinden dolayı, “Sikke-i Şerif” olarak adlandırılmıştır. “Külâh”, “Külâh-ı Mevlevî” diye de anılan “Sikke” önceler iç içe geçirilmiş vaziyette iki kattan meydana gelirdi. 45-50 cm uzunluğa sahip idi. Sonraları tek kat olarak imal edildiği gibi boyuda biraz kısaltılmıştır. Gösterişli haline rağmen ağırlığı fazla olmayıp, yaklaşık 200-250 gr kadardır.

         Önceleri alt kenarı kalın, üstü sivri ve düzgün değil iken, zamanla incelmiş, uzunca fes halini almıştır. Günümüzde kullanılan sikkeler ortalama 30-40 cm uzunluğundadır. Üzerinde, “destar” denilen herhangi bir sargı sarılmamış, yalın haldeki sikkelere, “Dal Sikke” adı verilir. Bunu daha çok Mevlevîliğe ilgi, sevgi, yakınlık duyan veya henüz intisap edip de, dede olmamış dervişler giyerler.

           Sikke"nin bazı türleri vardır. Yatarken giyilenlerine “gece külâhı” anlamına gelmek üzere “Şeb-külâh” denir. Bu, arakıyyeden biraz uzun, sikkeden kısadır, kalıpsızdır. Üste doğru iki tarafından bastırılmış ve böylece tepesine sivri bir görünüm verilen sikkeye, “Küllâh-ı Seyfi” denilir. “Kılınç küllâh” anlamına gelir. Nefisle mücadelenin ve mücâhedenin; yaşayışın murakabe ve müşâhede altında bulundurulmasının sembolüdür. Çünkü nefisle savaş, “Cihad-ı Ekber” (en büyük savaş)dir. Bu tarz, erken dönem Mevlevîlerinde yaygındır. “Şemsî” kola mensup olan Mevlevîler bunu tercih etmişlerdir. Divâne (Divânî) Mehmet Çelebi ve onun çevresindekiler de bu tarz sikkeyi kullanmışlarsa da, zamanla modası geçmiştir. On iki dilimli “Kalenderî Tâcı’na benzerdi. Kalenderiliğin ve Melâkimiği, Mevlevîliği teğet geçtikleri dönemin izlerini taşır.

          Sikke giymek, başlı başına bir liyakat, hak ve mazhariyettir. Belli disiplinlerden alnının aklığı, yüreğinin paklığı ile çıkanların nâil olabildikleri bir mevkinin sembolüdür. Bu anlam ve değerinden dolayı, giydirilmesi de, Şeyh’in eliyle ve düzenlenen özel bir törenle gerçekleşirdi. “Sikke Tekbirleme” denilen bu merasim, hem bir takdir, tebrik, taltif ifâdesi, hem de ilâhi, “lâm, irfan amacı taşır. Önem ve ciddiyetinden dolayı bu müstesna merasiminin haftanın Cuma ve Pazartesi günlerinde ifâ ve icra edilirdi.

           Sikke, daima kutsal ve muazzez tutulur. Giyerken ve çıkarırken, kenarını hafifçe öperek “görüşme” de bulunmak bu şükür, şuur ve iz’ânın netice ve tezahürüdür. Ömür boyu baştan çıkarılmaması esastır. O kadar ki, vefat eden dervişin sikkesi, defin sırasında kabirde kefenin hafifçe açılarak başına giydirilirdi.

       Mevlevî kültür ve düzeninde üç türlü “Sikke” vardır. Bunlar:

1. “Külâhı-ı Teberrük: Buna “Emânet Külâh” da denilir. Geçici bir süre için giyilmesine izin verilmiş sikkedir. Tarikatta, dergâha ilgi, sevgi ve yakınlık duyan kişilerin gönlünü ısındırmak, bazı hizmetlerini takdir etmek amacıyla giydirilen sikke çeşididir. Bu bir iltifattır. Mübarek gün ve gecelerde emanet olarak verilirdi.

2. “Külâh-ı İrâdet”: Verilen görevleri en iyi şekilde yerine getirmiş; Matbah-ı Şerif İmtihanlarının başarı ile vermiş ve neticede sikke giymeye hak kazanmış dervişlere giydirilen külâhtır. Esas olan budur. Bu sikkeyi giyen, ömrünün sonuna kadar onsuz gezemezdi. O kadar ki saç tıraşı olurken bile sikkeyi çıkarmadan, sağa, sola, öne arkaya kaydırmak suretiyle tıraş olanlar bile vardı. Hamamda, baş yıkanır yıkanmaz hemen giyilirdi. Bu, sembolize ettiği derin ve ince anlamlara duyulan sevgi, saygı ve bağlılığın gönül ve şuurlarda meydana getirdiği hassasiyetin bir ifadesidir. Vefat edenin kabirde sikkesinin başına giydirilmesi de bu anlayışın sonucudur.

3. Külâh-ı Hilâfet: Tarikat pirinin vekili ve temsilcisi olan en yüksek mevkî sahibi Halife’nin giydiği özel destarlı sikkedir.

         Bilindiği gibi “Sikke”, devletin bastığı metal paranın da adıdır. Geçerliliği ve değerliliği, resmi damga ile kontrol ve garanti altına alınmıştır. Bu mânâyı, Mevlevîlerin giydiği sikkeye uygulayacak olursak, sikke giydirilen kişi, uygunluğu, güvenirliği, dergâh tarafından garanti altına alınmış değerli şahıs demektir. Sikke devretmek nasıl ki devletin yetki ve tekelinde ise, Sikke giydirmek (tekbirlemek) de, Dergâh’ın ve O’nun en üst yetkilisi olan Şeyh Efendi’nin takdir ve tasarrufu altındadır. Devletten habersiz sikke devretmek ne kadar büyük suç ise, dergâhtan izinsiz sikke giymekte o kadar ağır cürettir. Her ikisinin de cezası büyüktür.

        Mevlevî sikkesinin şekli, Sevgili Peygamber Efendimiz (S.A.V.)in Hadis-i Şerif’te geçen başlığının tanımına uygundur. Uzunca oluşu bir özelliğidir. Nitekim Peygamberimiz, (S.A.V.), açık arazide namaz kılacağında bunu önüne “sütre” olarak koyardı. Mevlevîliğin, “Şemsiyye” koluna dâhil olarak, sikkelerini kaşlarına kadar indirerek giyerlerdi. Alınları görülmezdi. Bu akıma girmemiş zühd ü takvâ sahibi olanlar ise, sikkelerini arkaya doğru hafif yatık şekilde, alınları görünecek şekilde giymeyi tercih ederlerdi.

          Nâdir de olsa, affedilmeyecek bir kabahatin sahibi olan dervişe uygulanan ceza, başındaki sikkesinin üzerindeki hırkasının alınmasıdır. Buna “Ser-u pâ etmek” denilir. Bu, geçici bir süre dergâhtan uzaklaştırma olan “Şeyyah vermek’ten” daha ağır bir ceza türüdür. Çünkü seyyah verilen derviş, sikkesini, hırkasını, tennûresini, elfe-nemeddini alarak, başka bir Mevlevî-hâneye giderek oraya yerleşip, ıshal-ı nefste bulunabilir. Fakat “ser u pây” olan, hiçbir Mevlevî-hâneye kabul edilemez. Yılları böylece boşu boşuna harcamış olur. Belki uzun bir süreden sonra yüz kızartıcı olmayanların ve kendisinde gerçekten düzelme görünenlerin bağışlanmaları ihtimal halindedir. 

 

DESTÂR

        Sikke"ye sarılan sargıdır. Mevlevîlikte “Sarık” yerine, “Destâr” tâbiri kullanılır. Mevlâna"nın oğlu Sultan Veled ve onlara gönül veren ilk Mevlevîler’den beri “Destar”ın kullanıldığını minyatür ve menkıbelerden anlıyoruz. “Destâr”, tasavvufta bir makam sembolüdür. Destarsız sikke"ye, “Dal Sikke” denildiğini biliyoruz. Aslında “Destar”, bir Orta Asya Türk kültür geleneğidir. Orta Asya Türkleri sargı ve dolamaya, “yergencu”, “Şulgu” ve “çol” gibi isimler veriliyorlardı. Destar sarmak, bir liyakat ve mazhariyettir. Buna hak kazanan dervişe, “Destâr-pûş” (Pûşiden: Örtmek, Öpmek), “Destarlı” denilir.

        Taşıdığı anlamlar ve sembolize ettiği ulvilik nedeniyle Mevlevîlerce “Destâr-ı Şerif” olarak da telâffuz edilir. Destarın ululuğu nedeniyle, saran kişi de özel vasfa sahiptir. Destar sarma görev hak, maharet ve ustalığına sahip özel görevliye “Destar-bend” denilir. “Çelebi” ve “Halife”ler, “duhâni” denilen tütün rengindeki koyu mor destar sararlar. Neyzen-başı’nın farklıdır. İnce ve ensizdir. Kısa aralıklı iki ince yeşil şerit halindedir. Kudüm-zem-başı"nın ise, gayet ince bir çizgiden oluşur. Rengi, şekli ve biçimi de bazı gerçekler ifade eder.

        Peygamber Efendimizin (S.A.V.).ın soyundan gelen Şeyh’in destarı, sikke alınlığının hemen kenarından başlar ve yeşildir. Başka yolla Şeyh olanlarınki ise, sikke kenarının 2 cm yukarısından başlayarak sarılır ve beyazdır. Destarın ucu, öne doğru salıverilerek göğse gelecek kadar uzun bırakılır. Bu salıverilen uca, “Taylasan” denir. Sünnet-i Şerif’e ittibâ ve imtisâlin ifadesidir. “Örfî” ve “Cüneydî” denilen çeşitlerinde taylasan, biraz daha uzuncadır. “İmam”lık görevi yapan dedelerin destarı beyazdır. Son zamanlarda hemen her şeyh koyu yeşil destar sarmayı tercih etmişlerdir. Tarikatte ve dergâhta büyük ve önemli hizmetlerde bulunan dede ve muhiblerin de destar sarmalarına müsaade edildiği olmuşsa da bu fahrî takdirkârlıktan ibaret olup, fazla derin anlamlar taşımaz.

        Destarın şekli, zaman içerisinde bazı değişiklikler görmüştür. “Örfî” denilen destar çeşitleri, bugün Konya Mevlâna Dergâhı"nda Sultanu"l-Ulemâ Bahâeddin Veled"in, Mevlâna Celâleddin Rûmî"nin ve Oğlu Sultan Veled"in sandukalarının başında görülen destarın tarzıdır. İçine pamuk doldurulmuş olan yuvarlak ve en az üç parmak kalınlığındaki tülbentle, önce yarıya kadar aşağıdan yukarıya, sonra da yukarından aşağıya doğru sarılmıştır. Aralarında biraz açıklık bırakılmıştır. Orta kısma doğru dolgun, alt ve üst kısımlara ise darcadır.

      “Cüneydî” destar ise “Örfî”nin yarısı kadar olup, benzer tarzdadır. Mevlâna Dergâhı"nda ebedi uykularında bulunan Ulu Ârî Çelebi"in ve ilk Mevlevîlerin sandukalarındaki sikkelerin, destarları, “Cüneydî”dir.

        Alt tarafı kavisli ve şişkin, üstü gittikçe dar olan ve sikke ile aynı kalınlığa sahip olan destara “Şeker-âviz destar” denilir. İki parmak enindeki tülbentin dört kat bükülerek sağdan sola, sona kadar karşılıklı olarak soldan sağa sarılmasıyla teşkil edilir. Birbirini keserek bir kafes görünümü verir. Bu tür destarların Sultan I. Ahmed döneminde moda olduğu anlaşılmaktadır. “Şeker-âviz destar”, bir karış kadar genişliktedir. İçi pamukla beslenmiş, üstü tülbentten bir halka, sikkenin altına geçirilir. Bunun altında da iki parmak enliliğindeki iki kat edilerek dikilmiş ve ütülenmiş tülbent yer alır. Sikkenin üst kısmının önce iki parmak sıkı sıkı sonra da halkanın üstüne sarılır. Ucu, sol omuz tarafından göğüs hizasına gelecek kadar uzatılır.  Hasır örgüsünü hatırlatan, kafes görünümü veren destar sarım tarzına “Kafesî Şeker-âviz Destar” denilir. Birde “Dolama Destar” vardır ki, sikkeye herhangi bir motif görüntüsü vermeden, doğrudan doğruya sade görünümlü sarma şeklidedir. Taşıdığı bunca ince anlamlar ve sembolize ettiği değerler sebebiyle, destar sarmaya hak kazanmış şahsa, Şeyh tarafından bir de belge olarak “icazet” verilir. Buna “Destarlık Sikke-i Şerif İcâzeti” denilir.

Mazhar ve nâil olan ömür boyu başındaki sikkesini destarıyla taşır. Vefatından sonda da, kabir taşına bu işlenilir. Mevlevihanelerin, “hâmûşân” denilen mezarlarında bunun çok çeşitli örnekleri görülebilir.

 

ARAKİYYE

       “Arak”; Arapça “ter” demektir. “Arakiyye” ise, teri alması için başa giyilen beyaz renkli takkedir. Dövme yünden yapılmıştır. Sikkeden kısadır. Yalnızca giyilebildiği gibi, fesin veya sikkenin altına da giyilir. Arakiyye’ye, “Arak-çin” de denilmiştir. Farsça bir kelime olan “Çin”, “toplayan” anlamına gelir. Böylece “Arak-çin”, “teri toplayan” anlamına gelen bir başlığın adı olmaktadır. Teri çeken kumaştan, kadifeden dikilir. Pamuklu ve sade görünümü olanları yaygındır.

       Arakiyye, önceleri herkes tarafından giyilirken, daha sonra sadece dervişlerin giydiği ve böylece bir derviş çeyizi olarak ün yapan bir tür takke olarak da tanınmıştır.

        Arakiyye’nin yukarısı sivrice ve darcadır; iki yandan bastırılmak suretiyle yassılaştırılarak, üstte belirli bir çizgi verilmiş olan türüne “Elifî Arakiyye” denilir.

        Arakkıyye, Matbah-ı Şerif’te hizmet görevlisi olup, “can” tabir edilen kişilerde de görülür: çocuk, hanım ve henüz “sema” izni almamış derviş adayları da giyerler.

      “Arakiyye giymek”, hak ve liyakat konusudur. Tarikat ve dergâh da belli bir seviye ve mevkiye gelişi sembolize eder. İfâde ettiği nâzik ve nâzenin edebi, ahlâkî anlamlarından dolayı “Arakiyye” de diğer Mevlevi kıyafetleri gibi, düzenlenen özel bir merasimle, Şeyh’in elinden giyilir. Buna “Arakiyye Tekbirleme” denilir. 

      Dervişe önce “Arakıye” daha sonra, zamanı gelince de “Sikke” tekbirlenilir. Bunlar için yapılan merasimler, hem dervişin liyakatini izhar, mazhariyetini ilâm ve hem de ona geldiği makamın anlam, önem ve değerini şuur altına yerleştirilmesini temin içindir. Bu nezih merasim, henüz bu mevkiye gelmemiş olanlara azim ateşinin yanmasına vesile olur.  Arakıye (Arakçîn)’nin pamuklusu ve sadesi olur. Son derece ince dikişleri çok meşhurdur. Öncelerin herkesin giydiği bir takke türü iken, zamanla “Derviş serpuşu” şeklinde anılarak mûrîdâna aidiyet kazanmıştır.

 

İSTİVÂ

       Kıyafetlerde görülen düz çizgi ve şeridin adıdır. Mevlevîlikte ”Şeyh’lik ve “halife”lik makamına gelmiş yüce şahsiyetlere, “istivâ” şeridi özenle yerleştirilmiş sikke, merasimle tekbirlenerek giydirilir.

         “İstivâ” sikkenin üstüne, önden başlayarak arkaya doğru orta yerden çekilir. 2 cm eninde, ince kumaştan bir şerittir. Sikkenin alt tarafında, tam orta yerden başlayıp, yukarıya doğru uzatılır. Tepeden aşağıya boyuna doğru, ense çukuruna dikey olacak şekilde indirilerek dikilir. Bu şerit önceleri “deri”den hazırlanırken, sonraları, günümüzdeki şekliyle, yeşil çuhadan dikilmeye başlanmıştır. “Mevlâna”nın ve o büyük mütefekkir ve mutasavvıfının “Halife”lerinin sembolüdür. Böyle sikkelere, “Külâh-ı istivâ-dâr” adı verilir. Mevlevîliğin ileri gelenlerine aittir.

         İstivâ şeridi Hırka’nın kenarlarını çepeçevre dolaşacak şekilde dikilmiş olan şeride de denilir. “İstivâ” aslında, Arapça, “Kurulama, kaplama; Hâkim olma; eşit olma” gibi çeşitli anlamlara gelen bir kelimedir. Bir şeyin üzerinde zuhûr etmek demektir. “Araf: 54, Yunu:3, Râd:2, Ta-hâ: 5, Furkan:59, Secde:4, Hadid:4” gibi Âyet-i kerimlerden anlaşıldığı gibi “istivâ” eden “Hâlık”, istivâ edilen ise “Arş”tır. Bu hikmetli ifade, Mevlevî kültüründe son derece önemli ve ulvî mânâlara sahiptir. Tarikatta “Kemal” vasfını kazanarak “itidal” makamına erişmiş “ârîf” kişilerin ulularına mahsus bir semboldür. Düz, doğru ve sonsuza kadar uzanıyormuşçasına fikir veren çizgi ile ifade edilir.

      Ünlü Mevlevî-hân ve Şârih-i Mesnevi İsmail Ankaravî (ö.1631), ünlü eseri Minhâcu’l-Fukarası’nda “istivâ”yı, “adalet”in remzi olarak mânâlandırmıştır: “Tarihimizde bu adâlet sıfatı, merâtib-i istivadır. Bu mertebeye vâsıl olanlar, bu mertebeye vâsıl olduklarına dair alâmet olsun diye, başlarına bir istivâ çizgisi çekmişlerdir. O çizgiyle bir mertebeye işâret kılmışlardır. Zamanımızda bir kimsenin başına istivâ çizgisini çekmek demek: “Ben bütün sözlerimde, fiillerimde ve hallerimde müstevâ ve müstakîm olarak bu mertebeye ulaştım" demektir.

        “İstivâ çizgisini çeken kimsenin bu mertebeye ermesi gerekir. Orta derecedeki Mertebe, Allah’ın emirlerine itaat etmek, riyâzat ve ibadeti yapmak, oruç ve namaz devamlı olarak edâ etmek; nefse ait günahların yol açtığı karanlıkları, İlâhi nur ile aydınlatmak suretiyle elde edilecek bir mertebedir. Ender görülen bir olay olarak, büyük kabahat işleyen, önce külâhındaki “istivasını sökmek” suretiyle en ağır ceza verilmiş olurdu. Hemen arkasından da başındaki sikkesi alınmak suretiyle “ser-pâ” edilirdi. Görüldüğü gibi “istiva” son derece köklü anlamları olan bir semboldür.

 

HIRKA

         Mevlevîlerin, ince kumaştan dikilmiş kıyafetlerinden biridir. Omuzlardan itibaren bedeni kaplar. Bol cübbeye benzer, kolları hayli geniş ve uzundur. Önü açık, yakasız ve düğmesizdir. Ayaklara kadar inen uzunlukta bir üst kıyafetidir. Genellikle siyah renktedir. Gri olanları da vardır.

        Boyun tarafına dikilmiş, “ters Lâm-elif teşkil eden şerit, koyu yeşil kumaştan olup, bir parmak kadar enliktedir: Aşağıya doğru inerek eteği tamamiyle dolaşır. Bu şerite de “istiva” denilir. “Hırkanın istivâsı (orta dikişi), ilâhi isimleri bir araya getirmeye işârettir. Zâhirde “Hattı-ı İstivâ”, Mekke’nin dışında iki saatlik mesafede bir yerin adıdır. Bâtıda ise, ma’rifete yükselerek, Hatt-ı istivâ’ya erişmektir. 

        Mevsim şartlarına göre, keten veya yünlü kumaştan dikilir. Bu özel kıyafeti dervişler, kollarına giymeden omuzlarına alırlar. Önünü içeriden elleriyle tutup kavuşturarak bir cübbe gibi bürünürler. Kollarının giyilmemesi bir gelenektir. Ancak, namazlarda, bayramlaşmalarda ve merasimlerinde giyilir. O görüşme sona erdiğinde, hemen kollar çıkarılarak omuza alınır. Şeyh Efendiler ise hırkalarının kollarını, her zaman giyerler. Daha çok resmi merasimlerde ve semâ’ törenlerin de giyildiği için “Resm Hırkası” da denilir. Hırka giyildiği zaman, başta sikkenin muhakkak bulunması gerekir.

         Dervişlerin birde “Dışarı Hırkası” vardır. Yakasız, kolları genişçe ve düzdür. Topuklara kadar iner. Resmi görevde olunmadığı ve dergâh dışına çıkılacağı zamanlarda giyilir. Semâ-hanedeki devirler, hırkalı ve sikkeli olarak yapılır. Sema’a kalkılırken, hırkadan sıyrılarak, yavaşça yere bırakılır. Bu dirilişin, lâhûti âleme kanat açışın ifadesidir. Sema’ sonunda “Asr-ı Şerif” dinlendiğinde tekrar omuza alınarak, bürülünür. “Hırka” giymeye hak ve liyakat kazanmak bir mazhariyettir. Hücre çilesini tamamlayan derviş, Şeyh Efendi"ye “Bîât” ederdi. Bunu takiben de Şeyh Efendi tarafından tekbirle “Resm Hırkası”, Özel dua ve merasimle giydirilirdi. Böylece Şeyh ile mürid arasında son derece sağlam bir gönül irtibatı kurulmuş olurdu. “Hırka” giymek, “Şeyh Efendi”ye teslimiyetinin ifadesidir. Bunda, Asr-ı Saadet"te Sevgili Peygamber Efendimiz (S.A.V.)"in sahabîlerine “hırka” armağan edip, giydirmesi sünnetine ittibâ vardır. Nitekim Mevlâna da bazılarına hırka armağan etmiştir.

        Konunun (el-A"raf:26) ile de ilgisi vardır. Âyet-i Kerime"de geçen “Rîş” ve “Rîyâş” kelimeleri “kıymetli Libas” anlamına gelir. “Takva libası” ise, en hayırlı olanlardır. Bu, “ehl-i verâ”nın, zühd ve takvâ sahibi kişilerin elbiseleridir ve “Muttakî Hırkası”dır. O hırkaya bürünen, haramdan, kibirden, nefis kışkırtmalarından kaçınma imkânı bulur.

         Ünlü mesnevi şâiri İsmail Ankaravî bunu şöyle izah eder: “Bu teslimiyetin başlangıcı, Şeyh’e boyun eğer, ona teslim olma makamında, Şeyhin elinden kisve ve hırka giymektir. “Bu takva elbisesidir. O hırkayı giyen, o hırkanın sayesinde, haramdan, kibirden, nefsin hatalarından kaçınır ve bir nevî perhiz olunur.

         Bu ana fikir doğrultusunda “hırka” ile, başta Yusuf Peygamber olmak üzere, Yakup, İbrahim, İsmail Peygamberlerin hayatlarında  geçen “hırka” “gömlek” motifi ile yakın alakası vardır. Bilindiği gibi hepsinde de “gömlek” koruyuculuk ve kollayıcılık vasfı ile öne çıkarılmıştır.

            Burada işaret edilmesi gereken bir nokta, tasavvufi hayatta “Hırka”dan maksat, hırkanın sembolize ettiği mânevî tema, derin mânâ ve idraktir. Giyene bu şuuru vermeyen veya giydiğinde bu derin tenbih ve mânaları elde etmeyen sözde derviş için hırkanın hiçbir değeri ve hükmü kalmamış demektir. Tasavvuf sadece hırka ile kaim değildir. Önemli olan tasavvufi anlam ve idrak duygusudur.

           Yunus Emre’nin: “Dervişlik olaydı tâç ile hırka/Ben dâhi alırdım otuza, kırka” mısraları bu gerçeği ortaya koymaktadır. Makamlar oturanlarla, kıyafetler de giyenlerle değer kazanır. “Hırka”, bir hülledir. Manevi bir armağan, bir mazhariyet üniformasıdır. Bunun en üst derecesi Şeyh’lik hırkası, Takva, mârifet mertebelerini idrakle, Tevhid sırlarına âşinâ, Hakikat’e vâkıf olan yüce şahsın hırkasıdır.

          Mevlevî’nin hırkası, “mezar”ı, tennüresi, “kefen”i, sikkesi de, “Mezar taşı”nı sembolize eder. Böylece, “ölümden önce ölmek” fikrini elde ederek, her ânında çevresine faydalı işlerle meşgul olan mübarek insan olma vasfını kazanmıştır.

          Hırka giyen derviş, “mâsivâ”dan sıyrılarak, yükselmiş, örnek ve önder insandır. Bunun için buna, “Hırka ber-endâz” denilir.

 

DESTE-GÜL

         “Taze, güzel görünüşlü ilkbahar güllerinden oluşan demet” anlamına gelir. Tennüre’nin üstüne “ Hırka”nın içine giyilen vücuda oturacak şekilde dikilmiş bir tür erkek yeleğidir. İnce ve daha çok beyaz kumaştandır. Bele sarılmış kuşak olan “Elfenemed” e kadar iner. Kolları, bedenden düz olarak çıkar. Dar, uzun kolludur ve düğmesizdir. Önü açıktır. Ön kısımdaki sol parçanın ucunda, parmak eninde bir çeşit (kaytan) vardır. Bu kuşağın tam orta yerinde üstten getirilerek kuşağın arasına iyice sokulup, sıkıştırılarak sema’da sol tarafın açılmaması temin  edilmiş olur.

          Deste- gül’ün altına, göğsü örten biçimde, yakasız ikinci bir gömlek daha giyildiği olur. Buna, “ işlik” denilir. İşlik yerine şu anda yakalı atletler ve hakim yakalı manşetli gömleklerde giyiliyordu.

            Destegülü Mevlevi dervişleri, hücrede bulundukları sırada giyerlerdi.

 

KUŞAK

        Şalvarın, tennurenin üzerinde bele kuşanılan bir tür kemerdir. Dört parmak enindeki düz veya işlemeli kumaştan yapılmıştır.

        Mevlevi kıyafetinde de yer alan “kuşak” Türkler arasında Uygurlar’dan beri kullanılagelen bir bel sargısı, bağıdır. “Kurlamak” kökünden gelir; “Bağlamak, kuşanmak demektir.

       “Kuşak” ,kültür ve tefekkür hayatımızda bir çok derin anlamları sembolize eder. “Azim, kararlılık, cehit, gayret, sabır, vefa gibi asil duygu ve düşünceleri anımsatır. Kuşak kuşanma bir liyakat ve haktır. Tasavvuf temelleri üzerine kurulmuş olan  “Ahilik” ve “Lonca” teşkilatlarında bir meslek mensubunun çıraklığı, kalfalığı ve ustalığı,  “kuşak”la belli olurdu. Bu, belli  kural ve mertebelerden geçen mensubun eriştiği liyakat ve elde ettiği bir hak ifadesidir. Önem ve derin anlamından dolayı, herkesin gözü önünde ve merasimle ifa ve icra edilirdi. Mevlevi’likte “şed” yoktur. Dergâh geleneğinde de böyledir. Belli merhaleleri katetmiş bir müridin, sonunda ulaştığı fazilet ve meziyet makamının ifadesi ve sembolüdür. “Kuşak”, Allah’ın emrettiklerine iştiyakın, nehyettiklerinden ictinabın sembolüdür. Kendine, nefsin kışkırtmalarına karşı ne pahasına olursa olsun hâkim olma şuuruna erişmiş insanın simgesidir.

           Ahilik ve Fütüvvet teşkilatlarında “kuşak”, “şedd” kuşanma, kişinin hayatında bir dönüm noktasıdır. İş ve meslek hayatında ahlak ve hukuk kurallarından hiçbir zaman ayrılmayacağına dair ikrar vermesidir. Zaten Arapça “Şedd”, sıkı sıkıya bağlama ve bağlanma anlamına gelir. “Şedd-i nitak-ı himmet” , bir işte himmet kuşağını kuşanmayı; işe sıkı başlamayı ifade eder. İşte “kuşak”, Mevlevilik’te böylesine himmeti, gayreti, görev ve sorumluluk anlayışını kabulün timsalidir. Tennure giyilince bele, “Elfe-nemed” adı verilen kuşak sarılır. 

 

ELFE-NEMED-(ELİRİ-NEMED)

          Kumaştan yapılmış özel kuşağın adıdır. “Elfi-nemed” diye de bilinir. Bu isimle anılması, uzun keçeden oluşundandır. Kumaştan hazırlanılmış kuşağın içine, ince keçe yerleştirilerek yapıldığı için “Elfe-nemed” adı mahiyetini daha güzel anlatır.  Çünkü “Nemed”, “keçe” anlamına gelir. “Elife”, “ülfed, muhabbet, bir araya gelmek” demektir. “Elfe-nemed” “keçe ile dostluk” manasına gelen bir isim olmuştur. “Elf-i Nemed” şeklindeki kullanılışı, bu özel kumaşın yapılışı, mahiyeti ve kullanılışı ile ilgili olmayan bir yanlış isimlendirmedir. Bu özel kuşağın eni 8 - 10 cm uzunluğu da 150 cm kadardır. Kenarlarına nispeten daha koyu veya daha açık renkteki kumaştan bir zırh çekilmiştir.

          Gerekli basamağa liyakat kazanan müridin “Elfe-nemedi” Şeyh efendi tarafından özel bir törenle kuşatılarak tastiklenilir. “Elfe-nemed”, “tennurenin üzerinde bele, üç defa dolanılarak sarılır. Sarma, sağdan başlanılarak, sola doğru yapılır. Ucu belin sol tarafına gelecek şekilde ayarlanıp, öbür ucu, üstüne getirilir. Bu uçta, uzunca bir şerit (kaytan) vardır. Bu, kuşağın orta yerinden ve üst taraftan bele sıkıca dolanıp ucu, kuşağın arasına iyice yerleştirilir.

          Türk Kültür ve tefekkür tarihinde “kuşak” ın sembolize ettiği ince, derin ve güçlü anlamlar “Elfe-nemed” için de geçerlidir.

         “Elfe-nemed”i şeyh efendi’den kuşanan müride, tennure giymesinde olduğu gibi, o günden itibaren sema’a çıkmasına da izin verilmiş olur. Çünkü, çeşitli disiplinleri yerine getirerek kuşanmaya hak kazanan kişi, Muhabbet ve vefa ile teslim olduğunun ; Eline, diline, beline hakim bulunduğunun; doğru olmaya, ahde, beyata ve hayrete bel bağladığının; açlığa, yokluğa, sabredeceğini; Tevhid-i Efal, Tevhdi-i Sıfat ve Tevhdi-i Zar’a ulaşmak için cehd ve gayret göstermeye; bu yolda uğrayacağı eziyet, zulüm ve haksızlıklardan incelenmeyip sabır ve tahammülün; dikenden şikayeti olmayacağının kararlığını “Elfe-nemed” ile ilan ve ikrar etmiş olur.

 

TENNURE

         Mevleviliğin en ünlü sembol giysisidir. Dervişlerin hırka altına giydikleri tennure" ölmeden evvel öldüm", hırka ise "bu benim kefenimdir" anlamına gelir. Genellikle Mevleviler arasında kullanılan tennure, Allah’ın isminin anıldığı sırada kıyafetle tenin bir olduğunu ve ışık saçtığını ifade etmek için "ten-nur" adını almıştır.

         Mevleviler arasında ikiye ayrılan tennurelerden ilki "hizmet tennuresi" olup, dervişlerin ilk terbiyelerini aldıkları sırada giydiklerine verilen addır.

        Diğer tennure ise beyazdır, yere kadardır ve etek kısmına sema’ ederken ağırlık yapması için kalın yünden-keçeden bir şerid dikilir. Bu ağırlık sema esnasında açılan eteğin daha güzel görünmesini sağlar. Genellikle beyaz kumaştan dikilmiştir. Bu efsunkar kıyafet içerisinde sema’zen, eriştiği mertebelerin verdiği olgunluk ve aydınlıkta tamamen ”pür-nür” olduğundan, haline ve kıyafetine “baştan ayağa apaydın olmak” anlamında “Ten-nur” denilmiştir. Tennure’nin sema anında olduğu şekil itibariyle bir de Mevlana Celaleddin-i Rumi Hazretlerinin ifadesiyle “Ham idim; Piştim: Yandım” şeklindeki ince ifadesiyle de irtibatlandırılarak “Tandır anlamı üzerinde de durulmuştur. “Tennur” Arapça “Tandır”, Ocak anlamına da gelir. Mevlevi dervişinin bu ma’ruf, muazzez ve meşhur kıyafetine bu adın verilmesine bir diğer sebep de, sema’ sırasında kıyafetlerin belden aşağısının aldığı “tandır” şeklinden dolayıdır. Bu şekilden hareketle, giymeye hak ve liyakat kazanıncaya kadar müridin, olgunluk ve mazhariyet elde etmek için harfiyen uymak zorunda olduğu disiplin kurallarının, çekilen çilelerin verdiği sınavların insan psikolojisindeki hararet, sıkıntı ve nefsin kışkırtıcı arzularına egemen olmanın meşakkatleri de anlatılmak istenilmiştir.

        İki çeşit tennure vardır. Biri “Hizmet Tennuresidir”. Sema’ yapmaya hak ve liyakat kazanmış dervişin özel izinle yapmaya başladığı Sema’ merasimlerinde giydiği tennuredir.

           Tennure, kolsuz yakasız, ve düğmesizdir. Önü, göğse kadar (V) şeklinde açıktır. Belden yukarısı dar, aşağısı gittikçe genişleyen bolluktadır. Altı parçadan oluşur. Etek kısmında uçlar, en geniş şeklini almış durumdadır. Eteğin uçlarında içten 10 cm etek ucuna keçe konuluyor. Eninde kalın ve yünlü bir şerit dolaşılmıştır. Bu, sema sırasında eteğin rüzgârla dolarak, şemsiyye gibi açılmasını sağlar.

          Denge ve ahengi temininde yardım eder. Şema’zene çoşkunluk ve lahüti bir görünüm verir. Genellikle beyaz kumaştan dikilirse de, başka renkte olanlarda vardır. Rengi, Mevlevi kültür ve tefekküründe, o andaki duygu, düşünce, makam ve mevkileri sembolize eder. Bu nedenle, lale-goncası görünümünü andırır. Tennure’nin bel kısmına ”Tığ-bend” denilen ince, bunun üstüne de “Elfe-nemed” kuşakları sarılır. Belden yukarıdaki açık olan ön kısımda, her iki taraftan “Onsekiz” adet sık dikiş veya aynı renkteki kumaştan dikilmiş “zırh” vardır. Buna tam ensede yayvan bir “Ters La” görünümü verilmiştir.

        Sema anında tennure alfabedeki “LA” (yok hayır) harfinin ters görünümüne benzer Bu “Hayır”ın tersi “İlla” (Ancak) olarak yorumlanıp “La ilahe illalallah” “Allah"dan başka ilah yoktur” anlamına gelen Kelime-i Tevhid’in özü, simgesi olarak kabul görmüştür. Önce tasdik ifade eder. “La” diyenin bile “illa”nın kucağına koştuğunu anlatır. Böylesine ulvi, deruni, hikmetli anlamları sembolize eden bu muazzez kıyafetlerin kumaşın seçiminden, dikimine; şekil verilişinden giyimine; çıkarılmasından taşınılmasına kadar son derece hassasiyet ve saygı gösterilir.

        Bunlar yapılırken sema’zen, tennure ile “görüşme” de bulunur. Çünkü, birçok savdan sonra giymenin metine erişilmiştir. Bu, herkese nasip olmayan bir mazhariyettir. Kadri kıymeti büyüktür. Nitekim ilk defa giyilirken Şeyh Efendi’nin elinden ve kendine has merasim ile giyilmesinin önemi de bundandır. Buna “Tennure Tekbirleme” denilir. Gerekli hizmetleri yerine getirmiş; sınavları başarı ile sonuçlandırmış, “Çile”sini ikmal etmiş derviş, “Tennure” giymeye liyakat kazanmıştır. Şeyh’in huzurunda “Ölmeden önce ölünüz” Hadis-i Şefine uygun olarak “kendime, ölmeden önce ölmüşçesine ölmüş hayat tarzı hazırladım, sırtıma giydiğim “Tennure” ahiret gömleği; “Hırka”, da kefenimdir” İkrar ve ifadesine erişmiştir. Sema’ merasimi ifa ve icra edileceği zaman dergah görevlisi olan “Dış Mabeynci” dedelerin bulunduğu hücreleri dolaşarak, “Tennureye sala” diye seslenmek suretiyle haber verip, davette bulunur. Sema’a başlamaya, “Tennure Açmak” tabiri kullanılır. Sema’ sırasında tennureleri birbirine dokunmasına “Tennure Çarpmak” denilir. Hızlı dönüşü yavaşlatmaya ve dokunmayı önlemeye “Tennur Söndürmek” ifadesi kullanılır. Tennure’nin üstüne “Deste-gül” adı verilen, aynı renkte, bele kadar inen ve uzun kolları olan bir yelek giyilir.

 

ŞALVAR

         Bir tür pantolondur. Daha çok erkek kıyafeti ise de, bol paça nârin kumaşlı ve süslü olanlarını hanımlar da giyerler. “Mabeyn” veya “Kadı” biçimi denilen farklı kalıplarda dikilmiş olanları vardır. “Elifî Şalvar”, yarım ağlı olup, dar paçalıdır.

            Siyah kumaştan dikilir. Belinde, “uçkur” desenleri, bezden dikilmiş ince bir bağ (kaytan) bulunur. İki ucu çekilerek sıkıştırılıp, birbirine bağlanarak şalvarın belde durması sağlanır.

            Kelime öztürkçe “Salbar”dan gelir. “Çalbar”da denilir.

         Rahat, kolay olduğu için, Mevlevîlerce de makbul ve muteber bir kıyafet olarak kullana gelmiştir. Günümüzde daha dar kesimli streç gibi şalvar pantolon tercih edilmektedir.

 

AYAKKABI

       Mevlevîlere ait bir ayakkabı bulunmamaktadır. Herkes gibi onlar da, durum, yer ve mevsimine göre, yemenî, fotin, lâpçin, kundura, ökçeli veya ökçesiz mest, galoş, iskarpin giymişlerdir. Sadece renk konusunda bir birliğe gidildiği görülmüşse de zamanla bu da bırakılmış olup, önceleri “sarı” renk tercih edilirken, sonraları diğer renkler de kullanılmıştır. Ayakkabının içine mevsime göre ince veya kalın çorap giyilir. Bu beyaz, kahverengi yün veya tiftikten örülmüş çoraptır. Sema’ ise, yalın ayakla veya “Çorap mest” le yapılır. Günümüzde dönüşü (çark) kolaylaştıran tabanı köselesiz yumuşak deriden yapılmış ”mesh” tercih edilmektedir.  

 

(Dr. Fatma AYHAN hocamızın katkılarıyla hazırlanmıştır)